
Röportajlar
Bu bölümde benimle ilgili yapılan röportajları ve "Soru Sormak Sanattır" etkinliği altında yaptığım röportajları bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar dileriz.

Şebnem Kartal: ‘İnsan nerede ve nasıl dağıldığını bilemeden, kayıp parçalarını toparlayamıyor.’
OKURYAZAR.TV Söyleşi; Nesrin Aksu Bektaş
“Bir geldim erguvanlar, bir döndüm mimozalar kaldı mendilimde. Mendilim de yoktu ya, kitap aralarında saklardım anıları. Ayraçlar çıktı, kâğıt kıvrımlarından duraklarımızın izleri silindi sayfalardan. Kenarında köşesinde dururduk oysa. Bilirdik ne zaman acıktık, ne zaman helaya, ne zaman uykuya gittik. Ne zaman bunaldık, Haydarpaşa’ya çıktık. Ne vakit geçtik Deniz Otel’in önünden, İskele Sokak’tan aşağıya ne zaman indik. Ne vakit buluştuk kızlarla muhallebicide. Kâğıt kayıkları ilk ne zaman keşfettik.” Uzman Psikolog Şebnem Kartal’ın, farklı kesimlerden gelen beş kadın ve beş erkeğin psikoterapi süreçlerini anlattığı Kâğıt Kayıklar, farklı insanların izinde, farklı hayatlara kapı açarken, bize de kendimizi keşfetme ve sorgulama olanağı sağlıyor…
Akıcı ve şiirsel bir dille yazılan öykülerde kah gençliğinde sistematik işkenceye maruz kalmış bir şairin feryadıyla hayatı sorguluyorsunuz, kâh delilik ile dâhilik arasındaki o ince çizgide yürüyen bir adamla tanışıyorsunuz. Her bir bölümle bizi başka dünyaların içine çeken kitapta, ruhsal acılarını bedeniyle ifade eden bir kadın, aile baskısına karşı direnen bir alkol bağımlısı bizi bekliyor. Sarı Sıcak Bir Yolculuk romanıyla okurlarını uzun soluklu bir psikoterapi yolcuğuna çıkaran Şebnem Kartal, bu kez kısa öykülerle derinlemesine giriyor hayatlarımıza. Farklı hayatların izini süren Şebnem Kartal’la kitabı Kâğıt Kayıklar’ı konuştuk…
Psikoterapi öyküleri nasıl oldu da bir kitapta buluştu? Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Edebiyata her zaman ilgi duydum. Okuma yazma öğrendiğimden beri yazmak fikrini ve fiilini hep sevdim. Psikoloji ile edebiyat arasında çok sıkı bir bağ var; her ikisi de insan ruhunun karmaşasını sözcükler aracılığıyla çözmeye çalışıyor. İyi bir psikoterapistin aynı zamanda iyi bir öykücü olduğunu düşünüyorum. Terapist insanları dinler ve onlara, öykülerini bu kez başrol oyuncusu kendileri olacak şekilde yeniden kurgulama olanağı sağlar. Benim için dinlemek ve okumak, yazmak ve yorumlamak birbiriyle o kadar iç içe geçmiş süreçler ki, onları birbirlerinden ayıramıyorum.
Psikolog olmasam da yazardım muhakkak. Fakat yaratım sürecinde mesleki birikim ve deneyimlerimden çok beslendiğimi söyleyebilirim. On beş yılı aşkın bir süredir psikoterapi öyküleri yazıyorum. Büyük bir çoğunluğu dergilerde yayımlandı. Okuyucuların geri bildirimleri sayesinde bundan sonra yazdığım öyküleri kitap haline getirmeye karar verdim. Meslek hayatıma yeni başladığımda, yarı bilimsel makaleler yazıyordum. Bir süre sonra insanların didaktik bir dille ifade edilen sözlerden pek de fazla bir kazanım elde edemediğini, okuduklarını içselleştiremediğini fark ettim. Anlayabilmenin en iyi yolu, içinde kendimizi aradığımız öyküleri dinlemek sanırım. Kültür olarak da, ciddi bir öykü geleneğimiz var. Psikolojiye ve psikoterapiye dair olanı daha fazla insana ulaştırabilmenin bir yolu oldu benim için psikoterapi öyküleri yazmak.
Sosyolojik olarak farklı kültürel yapılardan gelen insanların öykülerini hangi nedenlerle seçtiniz?
Çalışırken de çok farklı kesimlerden insanlarla bir araya geliyoruz. Bunu öykülerime de taşımak istedim. Ayrıca çoğumuz, tanımadığımız kişilerin de bize benzer hayatlar yaşadığını düşünmek gibi bir yanılgı içindeyiz. Birbirimize çok benzeyen ve birbirimizden çok ayrı yönlerimiz var. Bambaşka deneyimlerden aynı öfkeyle, aynı sevinçle çıkabiliyoruz. Buna ilişkin bir farkındalık yaratmak istedim sanıyorum. Üstelik çok farklı hayatlar içinde, okuyucunun kendine dair olanı bulup çıkarması bana keyif veriyor.
Kitabınızı hayatta ve insan kalabilenlere ithaf etmişsiniz. İnsanlığı yitirmeden hayatta kalabilmek neden güçleşti?
Kâğıt Kayıklar’dan önce, yine 3P Yayıncılık’tan çıkan, Sarı Sıcak Bir Yolculuk adlı psikoterapi romanımı kaybettiklerimize ithaf etmiştim. Hem ona bir gönderme olması açısından hem de öyküleri tamamladığım süreçte dünyada ve Türkiye’de yaşanan olaylardan etkilenerek, öyküleri hayatta ve insan kalabilenlere ithaf ettim. İnsanlığı yitirmeden hayatta kalabilmek güçleşti, çünkü sadece güçlüler hayatta kalabiliyor ve maalesef artık insani değerleri ön planda tutmak zayıflık olarak nitelendiriliyor. Sistemler bazı önceliklerimizi değersizleştirerek, erke odaklanmayı buyuruyor çünkü. Tekelciliğin, küreselleşmenin ya da adları her neyse birtakım kavramların itelediği şekle bürünüyor dünya.
Kitabınızda hemen her öyküde rüyalar önemli yer tutuyor. Rüyalar bize ne söylüyor?
Rüyalar, baskıladığımız duygu ve düşüncelerimizin açığa çıkmasını sağlıyor. Toplumsal normlar yüzünden baskıladığımız duygularla ve geçmiş travmalar nedeniyle unuttuğumuz yaşantılarla rüyalar aracılığıyla yüzleşme imkânımız oluyor. Psikoterapide rüyalara dair çağrışımların çalışılması önemli bir yer tutar. Aynı nedenle ben de benzer süreçleri öykülerime taşımaya çalıştım. Zaten öykülerimin hepsi danışanın ağzından anlatılmaktadır. Her bir öykü bir psikoterapi seansını aktarır. Dünyadaki diğer psikoterapi kitaplarına dikkat ettiyseniz, öyküler her zaman uzmanın ağzından anlatılır. Benim öykülerimde ise danışanın kendi yaşantıları ve ifadeleri esastır. Uzmanın, yani doktor ya da psikoloğun değil, danışanın anlatımı üzerine kurgulanır öykü.
“Kâğıt Kayıklar” öyküsü bu ülke tarihinin önemli bir dönemine ve savrulan hayatlara dikkat çekiyor. Bir inanca sımsıkı bağlı olmak, o inanç için mücadele ederken, bir anda kâğıttan kayık gibi yarı yolda sulara gömülmek nasıl bir psikoloji yaratıyor insanda?
“Kâğıt Kayıklar” 1980 ihtilalinde sistematik işkenceye maruz kalmış bir şairin öyküsünü anlatıyor. Toplumsal yüzleşmeye davetiye çıkaran bir öykü. Aslında onun gözünde kâğıt kayıklar gibi yarı yolda sulara gömülen, yalnızca kendisi ve kendisine benzer diğerleri değil; öykü kahramanı sistemi sorguluyor, ülkenin tamamını her an batması muhtemel bir kayık gibi görüyor. Doğrudan böyle bir ifadesi olmamakla birlikte, öykünün içinde buna işaret ediyor. Onun için kural koyucu da, uygulayıcı da kendisi gibi bir kurban. Bireysel kayıplardan çok, toplumsal kayıplara, ülkenin içine düştüğü ve halen içinden çıkamadığı karanlığa gönderme yapıyor. Eski bir devrimci, fakat “Biz bu devrimi bu insanlar için mi yaptık?” pişmanlığını taşımıyor. Tek kaygısı da kendisi olmayanı, yani ötekini korumakla ilgili… Öyküde “öteki” terapist olarak çıkıyor karşımıza, yani okuyucu. Bir psikoterapi kitabında okuyucu bir yandan da terapisttir çünkü. Öykü kahramanı, terapisti üzerinden tüm diğerlerine dair endişelerini dile getiriyor. O düşünsel devrimine devam eden bir insan. Söylemek onun eylemini devam ettirdiğini gösteriyor. Dolayısıyla böyle bakıldığında sulara gömülmüş biri gibi durmuyor. O bir “looser” değil! “Looser” olan biziz. Bütün söylemek istediği bu aslında… “Onlar değil, biz kaybettik!” Üstelik adam şair, bir şair ne kadar “looser” olabilir ki? Yazan biri için söylenmiş her sözcük kazanılmış bir savaş gibidir. Belki de tüm bunları söyleyerek onun kaybettiğini inkâr eden benim! Söylenmemiş bir yaşamdansa, yaşanmamış bir söylemi tercih ettiğim için kahramanımı korumaya almış olabilirim.
“Sihirli Sarayın Tatlı Cadısından Bademli Kurabiyenin Kısa Bir Tarifi” öyküsünde kahramanınız şöyle diyor: “Hepsi bu yüzden… Günahın ne olduğunu bilmemek yüzünden… Helal ve haram birbirine giriyor. Ne zaman bu kadar karıştılar? Çocukken değil mi? Biz avluda ip atlarken, lastik oynarken… Eteklerimiz savrulup, bacaklarımız göründüğünde…” Muhafazakâr bir ailede büyüyen öykü kahramanı, kavramlar arasında kendi yolunu bulmaya çalışırken, o kuşatılmışlıktan çıkmayı nasıl başarabilecek?
Oradan çıkmanın tek yolu insanın kendi doğrusunu bulması… Bunun için bütün öğretileri sunulduğu gibi kabullenmek kadar, olduğu gibi reddetmek de yanlış. Kendi hayatı ve koşullarına uygun, mantığı ve yüreğinin kesiştiği asgari müşterekte buluşacak kendi doğrularıyla. Düşünecek ve hiç durmadan sorgulayacak. İnsanın soru sormadan herhangi bir kuşatılmışlıktan kurtulabilmesi mümkün değil çünkü.
“Pafta” öyküsünde babasını özleyen bir çocuğun gözyaşlarını yüreğinde hep canlı tutan bir adamın iç hesaplaşmasına tanık oluyoruz. Babasını özleyen çocuklar, sığınacak bir kucaktan yoksun kaldıklarında nasıl bir yarayı büyütürler içlerinde? Babadan yoksunluk nasıl etkiler bir çocuğun hayatını?
Bu öyküde babayla hesaplaşma, onun gidişinden çok gidişindeki belirsizliğe yönelik bir öfkeyi barındırıyor içinde. Bir çocuğun kendisi baba olduğunda dahi babasını aradığını görüyoruz. Eğer babası makul bir şekilde gitmiş olsaydı bu yoksunluğu bu derece hissetmeyebilirdi. Baba her zaman tutunacak bir dal olabilir. Ölmüş olsa bile, anılarınıza tutunur, ondan geriye kalanlara sığınırsınız. Yeter ki, baba olmuş kişinin tutulacak bir yeri olsun. Bizi en çok, geri dönüp baktığımızda yanıtını veremediğimiz sorular yaralıyor. Bu hikâyedeki sorun babanın yokluğundan çok, güvenilir, sarsılmaz ve güçlü bir baba imgesinden yoksunluktur.
“Çin Papatyası”nda kahramanınız “Hayatımı çaldılar, ben de arkasından baktım ama artık onu geri istiyorum” diyor. Hangi nedenle olursa olsun savrulan bir hayata sahip çıkabilmenin sırrı nedir? Hayatla bağını koparan insanlara ne öğütlersiniz?
Savrulan bir hayata sahip çıkabilmenin sırrı onun ilk kez hangi virajda savrulduğunu tespit etmektir galiba. İnsan nerede ve nasıl dağıldığını bilemeden kayıp parçalarını toparlayamıyor. Ayrıca kendi hayatı bırakıldığı yerden toparlanamayacak olan insanlara da bir tavsiyem, savrulan başka bir hayatın toparlanmasına yardımcı olmaya çalışmaları. Kaybedilenin acısını en iyi kazanılanlar dindiriyor çünkü.
“Bir Tıraş Meselesi”nde ölümün soğuk yüzüyle karşılaşan bir çocuğun, yaşadığı iç çelişkilerine, aile içindeki kopukluktan nasıl zedelendiğine tanık oluyoruz. Öyküdeki Yakup Ender Özcan, karakterini silik ve edilgen yapan koşullardan nasıl sıyrılıp yolunu bulabilecek? Ailesini kaybetme duygusu nasıl bir tahribat yapıyor kişi üzerinde?
Yakup, erken yaşta yaşadığı bir kayıpla sarsılmış bir çocuk. Ailesinden başka birini kaybetme korkusu o kadar yoğun ki, sürekli tedbir alma ve herkesin yaşamını garantileme ihtiyacı duyuyor. Bu nedenle takıntılar geliştiriyor. Bir süre sonra bu takıntıların kendisini kontrol etmeye başladığını görünce yardım almaya karar veriyor. Bu düşünce ve davranışlarının kaynağını bulduğunda bunlardan kurtulacak. Çocukluğundaki travmatik yaşantıların üzerinden geçerken, bir yandan da babasıyla ilişkisini sorgulaması gerekiyor. Onunla ilişkisinin masaya yatırılması, kişilik olarak güçlenmesini sağlayacak.
“Poşet” öyküsündeki anlatıcının ruh halini nasıl tanımlayabiliriz? Nasıl bir ruhsal acı yaşıyor ki sürekli mide bulantısıyla yaşıyor?
İçine aldıklarından kurtulma arzusu onu kusturan. İfade edemediklerini, kabullenemediklerini dışarı atmaya çalışıyor. Yaşadığı ve hazmedemediği her neyse ondan kurtulduğunda artık kusmak zorunda kalmayacak.
“Yakamoz”da yönsüz bir pusula gibi kahramanınız. Öfkesine yenilmemek için çırpınırken, düştüğü çıkmazlardan kurtulabileceği ışığı arıyor… Yakamoz ışıltısı kurtarır mı onu düştüğü girdaptan?
Yakamozda ne bulacağına bağlı… Birine kavuşmak hayaliyle gidiyor yakamozla buluşmaya. O biri, eskiden tüm sorumluluklarını, tüm yüklerini paylaştığı kişi. Onunla buluştuğunda kim bilir ondan neler duyacak? Aralarında geçecek olan diyalog belirleyecek yönünü. O “git” derse gidecek, “kal” derse kalacak. Onunla baş başa kalabildiğinde kendi sesini de duymaya başlayacak çünkü. Bu yüzden onu ilk tanıdığı yere gidiyor. Yakamoza…
“Sarı Soğuk” ait olmadığımız ilişkiler sarmalında, herkesin bir karanlık odası vardır duygusu yaratıyor. Mesele o karanlık odalardan nasıl çıkacağımızda sanırım, ne dersiniz?
“Sarı Soğuk” sosyal sınıf atlamaya çalışan bir işkadınının öyküsü. Para kazanarak, kariyer sahibi olarak ve belli kurallar çerçevesinde yaşayarak sosyal anlamda bir yere ait olmaya çalışıyor. Geçmişini reddetmenin, ondan kurtulmanın akılcı bir yolu olduğunu düşünüyor. Terapi sürecinde gördüğü bazı rüyalar sayesinde iç dünyasının karanlık alanlarına giderek çatışmalarını gün yüzüne çıkarıyor.
Kitabın etkileyici öykülerinden biri de “Tanrı’nın Oyunu”… “Talihsiz ve beklenmez bir tarihtim. Talihsizler üşür” diyor kahramanınız. Var olmanın dayanılmaz hafifliğini hissetmiş birinin durduğu nokta çok ince bir çizgidir. Yaşamı sonlandırmak ya da inadına yaşamı seçmek. Hangisini seçiyor kahramanınız bu noktada?
Hayatta kalmayı seçiyor, ama hepimizin bildiği anlamda bir yaşam mücadelesi içine girerek değil. Ruhsal anlamda ciddi biçimde örselenmiş bir karakter. Herkes gibi düşünen biri değil o. Hayata ve kendine çok farklı bir bakış açısı var. Delilik ile dâhilik arasındaki ince çizgide gidip geliyor. İnsanın yüzüne tokat gibi çarpan sorgulamaları ve çok sarsıcı açıklamaları var.
“Kötülüğü ayakta tutan kötülerdir. Yoksa bu kadar şiddet içerikli film, kitap haber olur muydu? Kötüler, kötülüğü izlemeyi sever. İyiler de kötülüğe mecburdur. İyilerin kazanacağı ümidiyle kötülüğü izlemeye devam ederler. Herkes filmlerde çoğunluğun kendisi gibi düşündüğünü zanneder. Büyük yanılgı! Çoğunluk insanın kendisidir!”
Evet, bu da “Tanrı’nın Oyunu”ndan bir bölüm, “Çoğunluk insanın kendisidir!” Söyleşimizin başında da söylediğim gibi ötekilerin de bize benzediğini düşünmek gibi bir yanılgımız oluyor bazen. Biz neysek, çoğunluğu da öyle görüyoruz. Oysa hiçbirimizin çoğunluğu temsil gücü yok. Hatta her birimiz sadece kendimizden ibaret bir azınlığın temsilcisiyiz bence. Bunu peşinen kabul edersek başkalarını kendimize benzetmek ve dolayısıyla yönetmek arzusundan da kurtulabiliriz belki.
Son öykünüz “Vurunca”nın finalinde “Bir baba sevgisine hasretlikten mi doğrultamadık belimizi? Hepten iyi olursak, babam hiç bakmaz yüzümüze diye. Yarı ömür dikeldiysek, yarı ömür hep yerlerdeydik…” ve “Vurunca herkes tökezler” diyor hikâyedeki baba… Babalar neden sadece tökezlediğinde yanında oluyor çocuklarının?
Kendi babalarından öyle gördükleri için olsa gerek. İnsan doğru örneği değil, yanlış örneği de tekrarlıyor maalesef. Kültürel bir mesele bu; nesilden nesile aktarılıyor. Annelerin de suçu yok değil yalnız. Babaların önceden haberi olsa müdahale edecekler belki duruma. Fakat malum, en son babalar duyar. Babalardan beklentilerimiz de net değil ki, adamlar nerede nasıl duracaklarına karar versinler.
Kağıt Kayıklar / Yazar: Şebnem Kartal / Öykü / 3P Yayıncılık / Editör: Şermin Kartal / Kapak Tasarımı: Barış Oylum / 1. Baskı / Eylül 2012 / 224 Sayfa

Soru Sormak Sanattır - 1
BU İŞİN İÇİNDE PSİKOLOJİK BİR ŞEY VAR!
Sevgili arkadaşlarımız ve enstitümüzün değerli takipçileri, “Soru Sormak Sanattır” etkinliğimizin ilk söyleşisini, birkaç anı ve hikâye çerçevesinde sizlerle paylaşmak istiyoruz. Keyifli okumalar dileriz 🙂 Sevgi ve saygılarımızla...
BİR FİKRET OTYAM ANISI ve MEMİK KİBARKAYA SÖYLEŞİSİ
Meclisten çıktım, TBMM’den… Doğru sergiye gittim. Fikret Otyam, Filiz Otyam sergisine… İhtiyar bir adam, askılı pantolon giymiş, elinde lokum kutusu, gelene gidene ikram ediyor. Süleyman Demirel, Deniz Baykal, Ali Coşkun tablo beğeniyorlar. Fikret Hoca’yı da tanımıyordum daha, gittim yanına, “Ben de resim yapıyorum,” dedim. “İnternette sitem var, girip bakabilirsiniz.” Tersledi, bozuldum; “Geç onu bunu, koskoca Cumhurbaşkanı var, beni meşgul etme,” dedi. Filiz Hanım anladı üzüldüğümü, “Fikret baksana bir…” diye müdahale etti. Döndü hanımına, “Adam internet minternet diyor, baksana, 1948 model daktiloyla yazı yazıyorum ben, ne anlarım bunların işlerinden,” dedi.
Kıyamadı sonra, “Kumaşı görmem lazım, iyi getir bakarım bir ara,” dedi. Taksi tuttum, Batıkent’e gittim, resim aldım geldim. Biri çiçek resmiydi, menengiç yapmıştım, bu mevsim gene, böyle ilkbahar. Baktı baktı, burun kıvırdı. “GEÇ, BOŞ BUNLAR, ÜÇ GÜN KURSA GİDİYORSUNUZ, ÇİÇEK BÖCEK YAPIYORSUNUZ, BİR KONUSU MONUSU YOK, RESİM DİYE ÇIKARIYORSUNUZ ORTAYA,” dedi. Gururum kırıldı tabii, sinirlendim ben de, “Senden başka ressam mı yok,” dedim. Öbür resim de koltuğumun altında tam gidiyordum ki… “İyi tamam, aç bakalım, madem getirdin, öbürünü de görelim,” dedi.
Gözlüklü bir kadın portresiydi. Baktı, dokundu, “Bunu neyle yaptın; akrilik değil, yağlıboya değil, guaj değil, pastel değil, bu nasıl boya,” dedi. “ÜÇ KULHUVALLAH, BİR ELHAM” deyince çok kızdı, kaba saba konuştu.
“Ne iş yapıyorsun sen?”
“Atom enerjisinde çalışıyorum.”
“Memur musun?”
“Evet.”
“İyi, istifa et! Boş boş çalışma, otur resim yap.”
O ŞİMDİ RESSAM!
Memik Kibarkaya; üç gün sonra istifa dilekçesini Fikret Hoca’nın masasına koyan ve böylelikle kendisinden, “adamlık” payesini alan kişi. Bu güzel anının sahibi, menengiçli tablonun çizeri ve beni, son derece ilginç yaşam öyküsünü kaleme almaya davet eden değerli ressam. Kaçımızın hayatının dönüm noktalarında, yol ayrımlarında, onları cesaretlendiren, bezdiren, belki her ikisini birden yapan böyle net, böyle samimi, böyle kararlı insanlar vardır bilmiyorum. İyi ki onunla tanışmış; ben kendisini, büyük usta Fikret Otyam’ın miraslarından biri olarak kabul ediyorum.
Kibarkaya ile tanışmamızın, benim hayatımdan çok, onun hayatına özgü olduğunu düşünüyorum. Pat diye, küt diye, birdenbire oluşlar pek de benim tarzım değildir zira.
“BENİM HAYATIMI YAZAR MISINIZ?”
Yine bir gün, sıklıkla yaptığım gibi, klavyenin başında çalışırken, “MERHABA ÜSTADIM,” diye başlayan bir mesaj geldi. “Nasılsınız,” faslından hemen sonra şu soru çıktı karşıma; “Benim hayatımı yazar mısınız?” Nasıl oldu bilmiyorum ama sonunda kendimi “asla yazmam” dediğim bir edebi türü kaleme almak üzere ilk röportajımızı yaparken buldum, hem de en sevdiğim (!) şehirde; Ankara’da.
Pazarlık yaptık; “Siz anlatırsınız, ben kendimi yazarım,” dedim. “Anlaştık,” dedi. “Siz kendi dilinizle söylersiniz, ben benim sözcüklerimle anlatırım.” “Anlaştık.” “Ve zamanı geldiğinde yazarım.” “Anlaştık.” Tek koşul öne sürdü; artık nezaketsizlik olacağından kabul ettim; “Ama ikimizden biri ölmeden!”
İlk görüşmemiz Nisan’da gerçekleşti; enstitümüzün “SORU SORMAK SANATTIR” etkinliği kapsamında röportajı değerlendirmek istediğimi söyledim. Yine anlaştık, ama araya toplantılar girdi, sempozyumlar girdi, yeni kitabım girdi, seçimler, öksürükler, aksırıklar, tıksırıklar derken Ağustos oldu. Yazdım, hem de çoktan… Kitaba bile başladım. Ama yazdığım yazıyı bir türlü paylaşamadım. Çünkü yaptığım başlangıçlardan bir türlü emin olamadım.
Ve birkaç gün önce biz ustayı kaybettik 🙁 Maalesef… İçimizden biri gitmeden, ben bu röportajı paylaşamadım.
Neden bir türlü sıra gelmediğini artık biliyorum; hiçbir başlangıcı Fikret Otyam anısıyla yapmamıştım. Memik Bey’in öyle ilginç anıları vardı ki; bu hiçbir zaman bana en ilginç anısı gibi gelmemişti. Şimdi hepsini sildim ve yeniden başladım. Çünkü Kibarkaya’nın hikâyesi, Otyam’la başlamayı hak edecek kadar özgün, çarpıcı, gerçekçi ve samimi bir hikâye… Tıpkı büyük ustanın kişiliği gibi…
Memik Kibarkaya’nın sanat kariyerinin dönüm noktasıdır bu anı. Bu yüzden bu yazıyı Fikret Otyam’ın anısına ithaf ediyorum… Bu hayat hikâyesinin en başına oturması gerektiğini biraz geç anladığım için, kendisinden binlerce kez özür dileyerek…
Kitapta da, bu yazıda da, Memik Bey’in sözleriyle yer alan tek bölüm Fikret Otyam’la olan anısıdır… Diğerleri, kendisiyle anlaştığımız üzere, onun yaşam öyküsünün, bendeki izdüşümleri, anılarının bana yansımasıdır…
“NEDEN BEN?” NEDEN O?
Bu ülkenin çok tanınmış, çok satan bunca yazarı varken, neden ben? Birkaç yazarla görüşmüş de üstelik. “Onlar bu işi kıvıramaz,” dedi. İçimden “Estağfurullah” dedim. “Nasıl yani?” Sorumun yanıtını çok sonra anladım. Belki yazının sonunda siz de fark edersiniz. Ya da, belki, kısmetse, başarabilirsek eğer, kitabı bitirdiğimizde…
MEMİK KİBARKAYA KİMDİR?
Özetle, o bir ressam, o bir hekim, o bir bürokrat, o bir halk adamı. Hayata çok farklı pencerelerden bakıyor. Toprağı biliyor, tarımı biliyor. Ekonomi, kimya, fizik biliyor. Siyaset biliyor. Ağacı tanıyor, hayvanı tanıyor, insanı tanıyor. Kendini daha çok bir ressam ve bir hekim olarak tanımlasa da, bana kalırsa o bir hikâyeci, sürekli biriktiriyor ve bence Anadolu’nun nabzını fena tutuyor.
Teklifini kabul ettim, çünkü Memik Kibarkaya, benim duyumsadığım, için için bildiğim ama yeterince tanıklığım olmadığı için ifade edemediğim çok şeyi biliyor. Beni seçti; çünkü ben de onun bilmediği çok şeyi biliyorum. Albüm fotoğraflarında göreceksiniz; o röportaj verirken bile gözlem yapıyor. Sadece anlatmıyor, sıklıkla soruyor ve anlamaya çalışıyor. Söylüyor, söyler görünüyor, ama aslında dinliyor!
TOPRAKTAN MİKROSKOBA, EKİNDEN İNSANA, LAMBADAN SOĞAN KABUĞUNA, KOYUNDAN KAVALA, ANADOLU’NUN BAĞRINI İLİĞİNDEN GÖREN BİR ADAM O… Biliyor, çünkü sürekli izliyor. O Anadolu’nun portrelerini çizedursun, ben onun portresini yazmaya koyuluyorum;
Çamuru boyayla, ruhunu toprakla kayaya karan,
İnsanı parmak ucuyla okuyup, izini dizi dizi hayata dokuyan,
Mühür olup sümene, sürme olup gözlere, kendi olup yüreğe dokunan,
Yokluğu, yoksunluğu kâğıda heykel vuran,
Ruhu tuvalden taşan,
Kendini misli aşan,
Gölgesi boyun aşan,
Memleketine ayna durup, portrelerle duvara çakan adam
Bir garip Memik Oğlan…
BİR GARİP FORMÜL
“Üç Kulhuvallah, bir Elham…” Bu onun formülü. “Üç boya, bir yağ” ile dünyada bir ilk onun malzemesi. Tuval kullanmıyor, kâğıda çiziyor. Sınırı yok kâğıdının; küçükle başlıyor, bittikçe büyütüyor. EKSİLTTİKÇE ÇOĞALTIYOR, PAYLAŞTIKÇA ÜRETİYOR.
KUTSALA SAYGILI, HURAFEYE KARŞI
Sanmayın ki, sadece espri yapıyor. Bütün inanç sistemlerine saygılı… Sadece, bir şey söylerken, altta başka bir şey daha söylüyor. Tıpkı psikoterapi seanslarında olduğu gibi, onu dinlerken alttan akan diğer hikâyeyi de takip etmek gerekiyor.
“Hayatımı bir dinle, aklına yatarsa ‘Bismillah’ deyip başlarsın,” demişti bana. Öte yandan, çocukluk anılarında karşımıza dikilen, hayatlarını çevreleyen, kırsala ait tarzda faaliyet gösteren din simsarlarının arzı endamına tanıklığa davet etmişti beni. Hikâyesini dinledikçe, giderek derinleşti bu formül benim zihnimde.
ZÜBÜK HÂLÂ ARAMIZDA
ANAP döneminde, belediye başkan adaylığıyla siyasete de göz kırpmış Memik Kibarkaya. Bu yazıda ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak boya formülünün içinde, siyasetteki simsarların da etkisinin olduğunu düşünmeden edemiyorum. BOYANIN DEĞİL, BU ÜLKE SİYASETİNİN ve TOPLUM DİNAMİKLERİNİN ALTINDA YATAN BİR FORMÜLÜ DE VERİYOR. Ve bunu yaptığının hiç farkında olmaksızın!
Konuştukça anlaşılıyor ki, gençlik yıllarının aksine, artık bir ideolojinin peşinde koşmuyor. “Bana Zübük’ü oynattılar,” cümlesi, içinde, o büyük hayal kırıklığını da barındırıyor. Direkt bu şekilde ifade etmese de, belki de bu yüzden, artık onu temsil eden bir parti olduğuna inancını yitirmiş. O sadece memleket sevdalısı bir adam olmayı seçmiş; kendini herhangi bir grup altında tanımlamayı reddederek… Seçim otobüslerinin üstünde, boş araziye selam verip fotoğraf çektirmenin, içinde yarattığı boşluğun izinden giderek…
ÇOBAN RESSAM ve GRAFİTİ SANATÇISI
Artık kendini resimle ifade eden bir adamı, kısacık da olsa bu yönleriyle anlatma çabamın altında, onun portrelerinin derinliklerinde yatan gizemin altını çizme arzusu var. Ve kendi adıma biraz da sitem… Ona “Çoban Ressam” diyenler olmuş. Umursadığını sanmıyorum. Ama ben fazlasıyla umursuyorum. Bir tanımla, bir insanı, iki sözcüğe sıkıştırdığınızda, bu iki sözcük arasında yürüyecek pek de fazla bir yol bulamazsınız. Deselerdi ki, “Çobanlıktan Ressamlığa…” Bir dolu durak bırakırlardı arada. Ama dememişler, belki de bilmediklerinden. Ya da bilmediklerini sandıkları bildiklerinden dolayı…
Eskiden bir fırçam vardı, fırçadan birazcık anlarım. Kalem, fırçadan keskindir. Harfler, renklerden daha acımasız olabilir.
Ülkem! Sınıflandırmayı ne çok sever! Statükoculuğu, tanımları ne çok… Bir başlık altına insanları toplamayı, kümelemeyi… Ve sonra, KENDİ YARATTIĞI TANIMLARIN ESARETİNDE, KENDİ DEĞERLERİNİ HARCAMAYI NE ÇOK SEVER!
Ona “Çoban Ressam” demek, Memik Kibarkaya’yı, M.K. diye yazmak demektir ki, bu çok indirgemeci ve sığ bir tutum olur. Evet, o köy hayatının içinde nispeten zengin sayılabilecek bir ailenin çocuğu olmuş; çobanlık da yapmış, zaten o yüzden bizim göremediklerimizi resmediyor ya… Kayalara çamur nakşetmek fikri nereden doğardı, koyun dostlarıyla birlikte yaylalara çıkmasa… Neden veteriner olurdu, çocukluğu boyunca ona yarenlik eden köpeği Apal’ı ansızın kaybetmese…
Kayaların üzerine çamurdan resimler yaparmış. Formülünün altında yine o çocuğun malzemesi yatıyor. Çünkü onun boyası herkesinkinden daha katı kıvamlı, çamurumsu ama çamura yatmayan bir boya… Bu koyuluğun, katılığın analizi de artık kitaba…
O Döne Ana’nın oğlu. Evini badana ederken çamur kullanan bir kadının, bir Anadolu kadınının evladı… Badananın üzerine kök boyayla halı desenleri çizen bir kadının… Daha önce verdiği röportajlarda fark eden oldu mu bilmiyorum, ama o, Anadolu’da nadiren yetişmiş, belki de hiç okul yüzü görmemiş, bir grafiti sanatçısının oğlu…
Çobanlıktan ressamlığa giden yolda, pek çok hikâye, pek çok portre ve bir hayli derin bir felsefe yatıyor. Aynı hikâyeyi herkes dinler, ama herkes içinden başka başka hayatlar çıkarır. Ona söylemiştim, “Siz söylersiniz, ben kendimi yazarım. Siz anlatırsınız, ben kendi analizlerimi yapar, kendi hayal kırıklıklarımı, sitemlerimi yazarım. Eğer hikâyelerimiz bir noktada buluşursa, ben ancak o zaman yazarım.” “Anlaştık,” demişti.
Madem anlaştık; şimdi benim sözcüklerimle Memik Kibarkaya’dan birkaç kısa anı;
DÖNE ANA’NIN GAZ LAMBASI
Çeyizinden üç kelep altınını çalmışlar, zerre üzülmemiş. Beraberinde bir kalıp sabununu almışlar, kahrolmuş. Sabunu kıymetliydi en çok. Aman, anamın sabununu almasınlar. Kabı kacağı neyle yuğacak, çoluğu çocuğu neyle paklayacak?
1950’ler… Evin en kıymetlisinin gözünün içine bakardı. Çizilmesin, kırılmasın… Aman ha başına bir iş gelmesin. O gaz lambasının camı, sanki anamın canıydı. Yıkar, siler, parlatır, lambaya takar, uzun uzun bakardı. Hayranlıkla, minnetle, gururla… Babam evde olmasın, ekmek olmasın, hayvanlar olmasın, anam hep bir çözüm bulurdu. Ama o cam olmasın, hayat perişanlıktı. Teknolojinin o tek nimeti, bana çocukluğumun en önemli dersi oldu. NEDEN YOKSUNSAN, ONUN YOKSULUSUN.
Üç kelep değil, beş kelep olsun, beş değil, on beş kelep olsun. Bir titrek alevin ardı sıra dolanıyorsan, sen o ışığın yoksulusun.
ZENGİNLİK ESARETTİR
Lüksü sevmem, 1986 model bir Ford’um var, yıllar önce bir tablomla değiştim. Bir resim verdim, yerine arabayı aldım. Bununla gidip gelmediğim yer yok. Çok pahalı bir arabam olsa, asfaltın dışına çıkamam. Benim arabayla dağın zirvesine çıkıyorum. Zenginlik esarettir, insanın özgürlüğünü kısıtlar. Bakıyorum adam, çok lüks bir araba alıyor. Ne yapıyor; sürekli yıkıyor, yağlıyor, yalıyor. Adam arabaya hizmete durmuş. Kendini arabaya bağlamış. Güya onunla teselli buluyor. NEYİN ZENGİNİYSEN, ONUN ESİRİSİN.
Parayı kazanç sanıyorlar, para kazanç değildir. Paranla ne satın alabiliyorsan, sen o kadarsın. Özgürlüğünü dört tekere satmışsın, araban kaç çekerse, sen de o kadar çekersin.
VAKKAS AĞA TÜRKİYE’DİR
Damı kürüdüm, bir de lo çektim akmasın diye. Kahveye indim, içeriye girdim ki, her masanın başında dört beş tane adam var. Sandalyelerin üzerine çıkmışlar, zar atıyorlar. Kahve rutubet kokuyor, soba tütüyor… Bir de ağır tütün kokusu var. Sanki gri bir bulut kümesinin arasından görüyorum insanların yüzünü. Şubat ayı, üstüm başım ıslak, sobanın kenarına iliştim, bir çay söyledim.
Cuma, İsmail, Hüseyin, Ökkeş… Hepsini tanıyorum. Bir köşede oturan bir adam ilişti gözüme. Kehribar ağızlıklı, süzme tütünü var; özel. Ötekilerin içtiği kara tütün. Rugan ayakkabılı, mencester şalvarlı, kaşmir paltolu, çok kibar giyinmiş bir adam. Önünde de bir defter var. Arada bir masalardan sesleniyorlar; “Vakkas Ağa, on kâğıt gönder.” Çıkarıyor cebinden, gönderiyor, deftere yazıyor. Cuma’ya on kâğıt geçti. Biraz izledim, baktım okuryazarlığı yok aslında. Kafasına göre bir işaretler koyuyor. Ramazan istiyor, Seyit istiyor… Hiçbirine yok demiyor, hepsine yolluyor. Bunlar da boyuna zar atıyor.
Bir ara kapı açıldı, kıvırcık saçlı bir kız çocuğu girdi içeriye. Elinde bir tas var. Üzerinde yırtık bir elbise, soğuktan titriyor. Yeşil bir çarık var ayağında, içine kar dolmuş. “Ula baba, anam yağ istiyor,” dedi. Cuma döndü baktı… Otuz beş yaşlarında, yaşlı bir adam. Tek bir dişi var, diş değil, sanki ağzında paslı bir mıh taşıyor. Yüzü kırışık, kara kuru bir adam… “Ananı da, babanı da, neneni de, seni de… Bilmem ne,” diye saydırıyor. Kız kıvırcık, gözleri dolu dolu büktü boynunu, gri dumanın arasından sıyrılıp gitti. Anası demiştir, “Git babana söyle, yağ alsın,” demiştir. Niye? Yağ olsun da, bulgur köftesi yapsın diye. Cuma’yı bilirim; 9 mu, 10 mu çocuğu var.
Vakkas el etti, çağırın kızı gibilerden. Birisi sıyrıldı koştu, çağırdı kızı. Kıvırcıklarını okşadı kızın. 10 lira verdi, yolladı. Çiziktirdi, vurdu defteri yere, Cuma’nın ayağının dibine. “Ulan,” dedi. Okkalı bir küfür savurdu. “Nasıl ödeyeceksin lan bu parayı? İki yıllık emeğini, çoluğun, çocuğun rızkını sattın ya bu masada.”
Çok zoruma gitti benim. Üniversite yıllarım, üstümde bir parka var, ülkücüyüm, sağcıyım o zaman. Şimdi yok bir tarafım. Siyasete uzağım. Bıçağın ağzını açtım, adamın yanına vardım, “Vakkas,” dedim. “Buyur ağa çocuğu,” dedi bana. “Bu adam inek alsa para verir misin?” “Cık,” dedi. “Bu adam damını aktarsa para verir misin?” “Cık.” “Bakkal dükkânı açsa verir misin?” “Cık.” “Niye vermiyorsun lan,” dedim. Bıçağı açtım, tehditler savurdum. “Dur bir dakika, heyecanlanma,” dedi. “Anladık, delikanlısın, dur. Para benim değil ki…”
Para kimin? Toprak ağasının. Kışın veriyor parayı Vakkas’a, köylüye kumar oynattırıyor. Borçlandırıyor, kendine mecbur ediyor. Köylünün elini kolunu bağlıyor. Yaz gelince parsayı topluyor, tüyüyor.
Vakkas Ağa, Türkiye’dir. Kredi verir, ev al. Verir, araba al. Ama teknoloji üretmen için vermez. Bilim için vermez. Sanat için, fikir için vermez.
Memik Kibarkaya, Vakkas Ağa gibi, Cuma gibi, gözlüklü Elif Ana gibi, Döne Ana gibi portrelerini çiziyor Anadolu’nun. Küçük küçük portreler birleşiyor ve bir Türkiye portresi ortaya çıkıyor. Ben, portrelerin arkasındaki hikâyelerin peşindeyim. Memik Kibarkaya’nın gözünden, Türkiye’nin portresini ortaya koymanın derdindeyim. İşte bizim hikâyelerimizin kesiştiği nokta budur.
Röportajımızın sonunda, elimde onlarca anısı birikti. Hikâyeleştirmek üzere bir çekmecemde gizli… Enstitümüzün “Soru Sormak Sanattır” etkinliği kapsamında, sadece birkaç tanesini kısacık paylaşmak istedim, siz sevgili dostlarımızla. İçimizden çıkan bir değeri, bir sanatçımızı, biraz olsun tanıtabilmek amacıyla…
BU İŞİN İÇİNDE PSİKOLOJİK BİR ŞEY VAR!
Fotoğraf albümümüzde bir peçete göreceksiniz. Onun tam analizini kitaba bırakıyorum. Biraz daha demlensin, biraz daha anlamlandırayım, içselleştireyim istiyorum. Kalkarken elimi uzattım, rica ettim;
“O peçeteyi alabilir miyim?”
Şaşırdı; “Nedir, bu ne ki?”
Gülümsedim.
“Anlamadım, bu peçetede ne var ki?”
Gene gülümsedim.
“Psikolojik bir şey mi var?”
Evet, bu işin içinde psikolojik bir şey var! “Neden ben,” sorusunun cevabı var. “Ben yazamam, sadece çizerim,” diyen bir ressamın el yazısı var. Bu işin içinde meyve veren bir ağacın adı var!
Siz “kayısı” yazarsınız, ben “Memik” okurum. Siz “badem” yazarsınız, ben “Şebnem” okurum. Bu işin içinde toplumsal bir mesele var. Bu işin içinde bir Türkiye gerçeği var!
Şebnem Kartal
Sosyal Psikolog – Psikoterapist – Yazar
13 Ağustos 2015

Soru Sormak Sanattır - 2
ZURNADA PEŞREV OLMAZ, NE ÇIKARSA BAHTINA!
Sevgili dostlar, “Soru Sormak Sanattır” etkinliğimizin ikinci söyleşisini, Dr. Saadettin Güney ile gerçekleştirdik. Değerli bir hekim, çok özel bir insan; hikâyesini çarpıcı kılan pek çok unsurun yanında, bir tanesi de, “neşteri vuran” olmaktan, “vurulan” olmaya uzanan bir yolda, kendi deyimiyle, “Hiperaktif bir Parkinsonlu” benim deyimimle, “Parkinsonlu bir Hekim” olması.
2015’li bir bahar akşamında rastladım ona. Kederli bir telaş içindeydi. Kendimi, onunla birlikte suskun bir çığlıkla ağlarken bulduğumda, sohbete başlayalı bir saat olmuş muydu, bilmiyorum.
Gözyaşlarımız, “Hastane önünde incir ağacı”na eşlik ediyordu; “Doktor bulamadı bana ilacı” derken isyan ediyor, “Garip kaldım yüreğime dert oldu…” derken sessizliğe bürünüyordu. Yıllarca nice çocuğun derdine deva olmuş, şimdi ise kendininkine derman arayan YARALI bir ŞİFACI; bir çocuk cerrahı ve yeni bir yazar…
Hayatıma, bir soruyla girdi. “Anılarımı yazmak istiyorum. Okuyup, yorumlarınızı bahşeder misiniz?” Seve seve bahşettim, ama bazı konularda beni hiç dinlemedi. Öyle sanıyorum ki, onunla söyleşi yapma isteğimin altında, bahşettiğim bazı yorumları kulak ardı etmesi de yatıyor. Üstünü kapattığını fark ettiğim, yazıyormuş gibi yapıp yazmadığını düşündüğüm bazı anılar, bazı acılar var. Söyleşimizin, bu eksiği gidereceğini ümit ediyorum. Sizlere de, kendi yaşam öyküleriniz içinde, üzerini kapatmak zorunda kaldığınız zor hatıralarla yüzleşebilme cesareti vereceğini…
DİLLERDE NAĞME ADIMIZ
Şarkılar! Saadettin Bey’le hikâyelerimizin kesişme noktasında çok önemli bir yerleri var. Ben yaşarken fonda hep bir müzik vardır. Tıpkı, doktor beyi gördüğüm her zamanda duyduğum gibi…
Anlayacağınız, ikimizin ilk ortak noktası, RUHLARIMIZIN NOTASI… Bu yüzden, bu söyleşiyi Saadettin Bey’in çok sevdiğini fark ettiğim bazı şarkılarla bezemek istedim; zira anladığım kadarıyla o da benim gibi düşünüyor; “şarkılar bizi söylüyor, dillerde nağme adımız.”
KIRIK BİR GÜFTE
Şarkılarla ilişkimi, söyleşinin başlangıç noktasına da odaklanarak, biraz detaylandırmak istiyorum. Geçen gün ofise bir telefon geldi. Evimin bulunduğu sitenin güvenliği, “Üst kat komşunuz aradı Şebnem Hanım,” dedi. “Şarkıyı ezberlediklerini, mümkünse yeni bir şarkıya geçip geçemeyeceğinizi sormamı istediler.” Sonra “Şey…” dedi gülmemek için kendini zor tutarak, “Biz, bize söyleneni iletiyoruz, kusura bakmayın lütfen; dediler ki, AŞİYAN YOLLARINDAN SESLENİYORMUŞSUNUZ, tamam duyduk dediler…”
“Selam ve saygılarımı iletin,” dedim. “Maalesef mümkün değil, çünkü şarkıyla henüz işim bitmedi. Fakat tabii ki sesini kısabilirim. Ancak bu da akşam mümkün olabilir zira evde değilim.” Güvenlik görevlisi muzip çocukmuş! “Onun çok farkındayız efendim,” dedi. “Bu yüzden kendileri de dışarı çıkmışlar, sizin işten dönmenizi bekliyorlar.”
Maksadım, kendi ruhsallığımın ekseninde dönüp dururken, insanları taciz etmek değildi tabii ki. Sadece müzik sistemim bozulmuş, yokluğumu fırsat bilip iyice demlenmiş.
Benzer bir anıyı da, eski sevgililerimden biriyle yaşamıştım. Bir akşamüzeri, yüzünde güller açmış vaziyette, “Evreka” diyerek çalışma odama dalmıştı. “Ne buldun beyim, hayırdır?” dedim. “Neden rakı içmediğini anladım,” dedi. “Sen! Sen şarkı dinlemiyorsun! Sen kafayı çekiyorsun!” Meğer saymış; 38’de yakalamış. “Bravo,” dedim, “135 kez dinleyip de, işin sırrını çözemeyen oldu.” “Adam kendi çözülüp kaçmıştır,” dedi. Filhakika.
Burada mesele, sadece ezgide değil elbette. Komşu bile anlamış ki, birilerine sesleniyorum. Dinlediğiniz şarkıları alt alta koyduğunuzda, içinizin sesini duyarsınız. Hani bir sabah uyanırsınız, bakarsınız ki dilinizde bir türkü… Sözlerini inceleyin, İÇİNDE MUTLAKA, O GÜNE DOĞAN SİZ VARSINIZ.
Güvenlik görevlisiyle hasbıhâl ettiğim günün sabahında başlamıştım söyleşiyi yazmaya ve çok kararlıydım bir yangının külünü ısrarla yeniden yakmaya. Son şarkının kırık bir güftesini tamamlamak, bir anılar zincirinin yarım kalmış bölümlerini yazmak zordur. Yaptığım onca terapiden ve kendimden biliyorum. Yarım kalmışlık çok zordur.
AHIMI HİCRANIMI SAKLADIM
Ama ben kararlıydım. Bu yangın ya çıkacaktı, ya çıkacaktı… İnsanın, içindeki acıdan kaçamayacağına; kaçtıkça, acının katmerlenerek peşine düşeceğine; ERTELENMİŞ YASLARIN, birikmiş hayal kırıklıklarının, vefasızlıkların, DEMİNİ TUTAN ŞARKILAR GİBİ RUHLARIMIZA NAKŞEDİLDİĞİNE sayısız kere tanık olmuştum.
Söyleşi için ilk görüşmemizdi. Çayını eline verdim, arka fona şarkıyı döşedim; “Ahımı, hicranımı sakladım, gizli tuttum…” İki, üç, dört bardak; beş, altı, yedi şarkı… Üst üste devirdik. Kafaları iyice çektik. Ama Saadettin Bey, kitabına sığdıramadığı o anıları, söyleşiye de sığdıramadı, İÇİNDEKİ IZDIRABIN TEK BİR SATIRINI BİLE AĞZINA ALAMADI!
Anılarını yazdığı dönemde, bütün ısrarlarıma rağmen saklayıp, gizli tuttuğu, o ilk, en büyük darbeyi ve diğer kederlerini neden anlatamadığını itiraf edebildi sadece; “KİMSEYİ ÜZMEMEK İÇİN…”
Ama çözülecekti… Er ya da geç çözülecekti. Az sonra, çok sonra? Lâkin herkes gibi, illa ki, bir vakit sonra AHI DA, HİCRANI DA DİLE GELECEKTİ.
Tahmin ediyorum ki, beni yeterince tanımış ve anlamıştır. BENİM İŞİM, SÖYLENMEYENİ, SÖYLEYEMEYENE SÖYLETMEKTİR. Üstü kapatılanı açmak, ifşa etmektir. Bence, doktor beyin bana asıl bahşettiği de budur. Onun, dinleyemediği içini ve dillendiremediği kederlerini ifade etmek görevi…
NASIL GEÇTİ HABERSİZ?
Söyleşinin ilkini Caddebostan’da bir parkta gerçekleştirdik. Sanıyorum bu söyleşi dizisinde, cevap vermek yerine soru soran tek kişi olacak kendisi. Beni görür görmez ayağa kalktı, elimi sıktı, “Nasılsınız,” dedi. Daha ben onun nasıl olduğunu soramadan bu kez, “Nasıl geçti habersiz?” dedi. “HABER VERDİ aslında ama BİZ ORALI OLMADIK,” diye cevap verdim. “Israrla ve hâlen yaptığımız gibi… Yok saydık, yok sayacağız.”
Evet, dura dura yaşanmıyor; ya doludizgin, ya son nefes. Hayat ne dayatıyorsa öyle… “Her anını eksiksiz, dün gibi hatırladığımız, bazen gözyaşı dolu, bazen içli bir şarkı gibi…” Ama lütfen, yine de arada sırada kendimizi dinlemek için bir sabır…
O gün öğrendim, kitabının adını koymuştu; “NASIL GEÇTİ HABERSİZ?” Bu şarkının onda çok özel bir hatırası var. Hikâyesini anlatmak istemiyorum. Onun yüreğinden nasıl çıktıysa öyle kalsın. Kitabını, gelmiş geçmişlere ve geleceklere ithaf etti. Ben de bu söyleşiyi, olmuş bitmişlere ve gelecek güzel günlere ithaf ediyorum. Ve diyorum ki; “Görecek günler var daha, aldırma abi, aldırma…”
BEN BİR GARİP KUŞ İDİM
Ona hep “Saadettin Bey,” diye hitap ettim. Fakat içimde, birlikte ağladığımız o ilk günden itibaren, onu bir “abi” olarak kabul ettiğimden olsa gerek, söyleşi sırasında da zaman zaman fazla zorlayıcı bir tutum içine girdim.
Şarkılar yumuşak karnı. Özellikle Türk Sanat Müziği… O bir musikişinas. Babası, amcası ve ailesinin pek çok ferdi gibi… Bu yüzden her söyleşide güftelerden ve bestelerden yardım almayı hiç ihmal etmedim.
“Pencereden kuş uçtu, yandı yürek tutuştu.”
“Bizim de böyle olmamıza, düşmanlar sebep oldu.”
“Değil mi, doktor bey? Herkesin bir sebep olanı vardır. Sizinkiler kim?”
Cevap: “Kimse!”
O kimseler her kimse, belli ki, üzülmelerinden endişe ettiği kimse!
“Yok yani hiç düşman?”
“Yok!”
Öyle bir anlatıyor ki, ÖMRÜ HEP MELAİKELERLE GEÇMİŞ. Herkes dost; bir dost, pür dost… “Kazık filan?” “Öyle çok belirgin bir kazık da yok,” dedi. Bu kadar kötü insanın yaşadığı şu yeryüzünde, nasılsa bir tanesi bile Saadettin Bey’e denk gelmemiş. İçim taşıyor, yüreğim sıkışıyor, doktor “Nuh” diyor, “Peygamber” demiyor.
Ben bu ruhu çok iyi tanıyorum. Bunlardan çokça var. Bizim haneye de düşmüş birkaç tanesi. İsyan ediyorum, yahu sizin çektiğiniz yetmedi mi? Hayır, yetmiyor.
Ben de böyle bir illete tutulmuştum, yine kendimden biliyorum. Tam da iyileşemedim, ama sanırım söyleterek, söylemeyi de öğreniyorum.
İkinci buluşmamızdı; başkasından bahseder gibi yaparak, “O daha çok çeker,” dedim. “Niye?” dedi asistanım mahsus. “İYİLERİN GÜNAHI BİTMEZ de, ondan,” diye cevap verdim. Bir şiirime gönderme yaparak mırıldandı Pınar Hanım; “VİCDANIM BELÂMDIR, kimse bilmez. Ve bir çiy tanesi kadar bedbahttı kendisi…”
Döndüm abiye, “Benim adım Şebnem, Saadettin Bey, ben bir çiy tanesiyim!” dedim. “Vicdanı başına belâ olanları gözünden tanırım.”
Ve doktor nihayet içini açtı; hem de hüzzam makamında…
DİL SUSUNCA, BEDEN KONUŞUR!
“Benden 1.5 yaş küçüktür sadece, ama ben yine de hep abi oldum ona. Aile bağlarına çok önem verirdim eskiden, şimdi saçma geliyor. Aileyi seçmek insanın kendi elinde değil ki. Her neyse, bir derde düştü bunlar, içinden çıkılacak gibi değil. Bu günün koşullarında, 8-10 ev parası.”
“Kim koşacak? ‘Tabii ki sen koşacaksın Saadettin,’ dedim. Beni tanıdın az çok, insandan daha değerli ne var. Dost canlısıyım, herkesi kendim gibi bilirim, salaklık derecesinde karşısındakine inanan biriyim. Empati kurdum, kimseyi dinlemedim. Bir girdim bunların yükünün altına… Giriş o giriş, anlatabildim mi ablam?”
“Anlıyorum abi,” dedim içimden. Öyle bir girmiş ki sahiden, kalburun üstünde duran adam, yuvarlanmış bir kamburun altına…
“Para hırsı olmayan biriyim ben, başarı odaklıyım. Evet, mesleğimde hırslıydım ama çocukları iyileştirmek için, yoksa çok kazanayım diye bir derdim olmadı hiç. O güne kadarki bütün kazancımı harcadım, o bir şey değil. ‘Vardı harcadım, feda olsun,’ dersin. Maddi manevi destek olursun. Ama ben onunla kalmadım, belki boyumu 20 kat aşacak bir yükün altına girdim; ‘8-10 ev parası’ dedim, sen hesap et.
BORÇLANMADIĞIM ARKADAŞIM KALMADI. Hatırımız çokmuş, sağ olsunlar, desteğini esirgemedi kimse.”
“Bir ben de değil tabii, 3 kardeş, 3 gelindik biz; hepimiz koyduk elimizi taşın altına. Hepimiz de çalışan insanlardık. Müdür, öğretmen, bankacı, doktor… Ama hep maaşlı işlerdeydik, devlet memuruyduk. Doktorum diye, ben daha fazla girdim borca… Çok fazla… BEN OMUZLADIKÇA BUNLAR ÇEKİLDİ, omuzladıkça çekildi… Sonra ben bir girdim, bunlar karı koca basıp gitti… Anlatabildim mi ablam?”
“Bu yetmediği gibi, dedikoduları da bitmedi. Hanım felaket bir şey; hep fitne fücur… Başka bir vasfı yoktu, boyuna çenesini kullandı. Ama Allah için çok çalıştı, uğraştı, emeline de ulaştı.”
Siz de, “onun seviyesine inmeyelim,” diyerek sustunuz değil mi? Siz sustukça, onlar palazlandı. Dedikodu, fitne, civar cepheye yayıldı. Siz de altında kaldınız.
“Nereden bildin?” diye sordu, merakla…
En başta söyledim ya doktor; “Onca yıl dinlediğim hayat hikâyelerinden… En çok da, kendimden biliyorum.”
İçini çekti. “Bir of çeksem…” dedim. “Karşıki dağlar yıkılır,” dedi.
Uzaklara baktı, daldı… “Hastalığa gelince…” diye devam etti. “Bilmem sebep midir, tetiklemiş midir? Böyle bir hastalığa tutulunca, ‘acaba mı’ diyorsun? Bir de duygusal olunca… Senin dediğin gibi belki, BU DİL SUSUNCA, RUH ALTINDA ÖYLE EZİLİYOR Kİ, BAŞLIYOR BEDEN KONUŞMAYA…”
Tam bu noktada, “hasta” olmaktan çıkıp, yeniden “hekim” oldu.
“Psikojenik faktörlerin etkisi var tabii, olmaz mı? Her hastalıkta oluyor; kanserde, inmede, kalp krizinde… Nörolojik hastalıklarda da oluyor elbette…”
“Şimdi gene diyeceksin ki, ‘niye yazmadınız kitabınıza peki?’ Hepsini ben yazarsam, sen ne yazacaksın diye düşündüm…”
Biraz buruk, zoraki gülümsedik birlikte. “Çünkü…” dedi. “Ne bileyim işte yazamadım. Onları mazinin karanlığına gömmek istedim.”
Sustuk! MAZİNİN KARANLIĞINDA DURDUK! Orada öylece kaldık. Son ÇAYLAR YARIM KALDI, BİZ YARIM KALDIK. Vedalaştık, o gitti, bu kez ben daldım. Birkaç satır kalmıştı aklımda susup söylemediğim; söyleşiye not aldım;
Ama gömülmediler, değil mi? Gömülmüş olsalardı, şimdi pat diye girivermezlerdi söyleşinin içine. Karı koca! Hem de böyle boylu boyunca… Gördünüz mü; basıp gittikleri günkü yüzleri, anılar albümünüzde bugün gibi koruyor renklerini… Bakın bakalım, hiç SOLMUŞLAR MI, SARARMIŞLAR MI? UTANMIŞLAR MI, USLANMIŞLAR MI?
Mazinin böyle bir gücü yok abi. “Daha alır bu,” diye tepeleyip duruyoruz, ama almıyor. Ne yazık ki, hafızalarımız da, acılar, kırgınlıklar karşısında biçare, zira onun da “delete” ve “backspace” tuşları yok.
Yıllar önce sizi terk edip gittiğini düşündüğünüz kardeşler, kapıda bizi bekliyorlarmış, “buyurun,” deyince, hemen giriverdiler. Keşke yok sayınca, yok olsa bütün kötü hatıralar. Geçmişin üstüne sünger çekmeler, maziyi affetmeler, “geçmişte yaşamayın, geleceğe bakın” nasihatleri… Hepsi palavra, inanmayın. GEÇMİŞ, ONUNLA YÜZLEŞMEDEN PEŞİNİZİ BIRAKMAZ.
İnsanlar hak ettikleri sözü duymadan kapınızdan gitmezler. Ne zaman aralasanız, eşikte sizi beklediklerini görebilirsiniz. Söyleyin duymak istediklerini, onları da, kendinizi de kurtarın. Kolay mı? Değil. Bu iş, bizimkiler gibi ana babalarla büyüyen insanların harcı değil. Olsaydı, ben yapardım. Kırklarımı beklemez, çoktan yapardım!
Defterimi derledim, notlarımı topladım, konuyu kapattım. “Kapattım” deyince, kapanmıyor tabii, “mazinin karanlığına gömdüm” deyince gömülmediği gibi… İçim soğumamış ki, bu bölüme son bir not daha düşmek geliyor içimden. Pek duyulmamış bir atasözüdür; bu isyanı o söndürür, bu yazıyı o bitirir;
“Dostu elden edin, düşmanı anan doğurur.”
PİŞMAN OLUR DA BİR GÜN…
Üçüncü buluşmamıza ev sahipliği eden hanımefendiden rica ettim; yine hüzzamdan gidelim istedim. Koyuverdi sağ olsun; fonda yine, içimizde saklayıp, gizlediğimiz dizeler;
“Pişman olur da bir gün dönerlerse geri? AÇIK MI GÖNÜL KAPINIZ? Çalmadan girsinler mi içeri?” “Yoook,” dedi doktor bey. Sandım ki, gelseler de, almayacak içeri… Yanılmışım, “dönmezler” demek istemiş. Nasıl bir gidiş gitmişlerse… Dönüş umudu hiç yokmuş demek ki. SON YOLCULUKTAN ÖNCE GİDENLERİN YASINI TUTMAK ÇOK ZORDUR. Bir kayıp gibi algılanmaz, ama en ağır yastır; varken yok olanların yası.
“Yani,” dedi, sohbete konuk olanlardan birine bakarak… “Kapım her çalındığında, o mudur,” demiyorum. Hadi bir de bunu dinleyelim dercesine, elini kaldırdı… Herkes anladı ki, bu kez YÜREĞİ MUHAYYER KÜRDİ MAKAMINDA ÇALMAYA BAŞLADI.
Ben çok başka bir şey daha anlamıştım; her ne kadar “dönmezler” dese de, ne yazık ki, Saadettin abi, umutsuzca, kapısının çalınmasını beklediği o güne kilitlenmiş bir adamdı.
Peki ya kendisi? O pişman olmuş muydu? Neyse ki, duymaktan korktuğum o yanıtı vermedi. “Hayır!” KESİNLİKLE PİŞMAN DEĞİLDİ. “Ama şimdi olsa yapmam,” dedi. Tutarsız gibi görünmekle birlikte, aslında bu, son derece tutarlı bir yanıttı; şimdi olsa yapmaz, ama o günün koşullarında olsa, gene yapar. Çünkü o günden şimdiye uzanan yolda, yaşanacakları bilemezdi elbette. Bu zaman dilimine sığacak vefasızlığı, vurdumduymazlığı, acımasızlığı, terk edilmişliği, yalnız bırakılmışlığı öngöremezdi.
Bu anının sonunda öyle bir söz söyledi ki, geriye ne sorulacak bir soru, ne dinlenecek bir yanıt bıraktı; “Yardım etmesem, vururlardı!”
“O zaman canım daha mı az yanardı sanki?”
ÖTEKİNİN ACISI
O gece ve ertesi gün hep aynı şeyi düşündüm. Saadettin Bey’le hikâyelerimizin kesişme noktasında, yeni bir ortaklık daha bulmuştum. Bu kez, ikimizin ortak noktası, KALPLERİMİZİN ROTASIYDI. Rahmetli hocamın, bir çalışmamızda, benim için söylediği gibi, doktor bey de, başkalarının acısına dayanamayanlardan biriydi. Zaten şifacı olma arzusunun altında yatan en önemli sebeplerden biri de bu değil midir?
Sanırım üçüncü görüşmemizdi; “Hayata başka borcunuz kaldı mı?” diye sordum. Çokmuş. Öyledir Bizde adet böyledir; “KÖTÜLERİN HARCI, İYİLERİN BORCU BİTMEZ,” deyince, aklına bir anısı daha geldi;
“Kayınpederim erkek terzisidir, benim damatlığımı, babamın üstüne göre düzeltecekti. O da, babam da bizdeler. Ben de işteyim. Gönül ablam uğradı, kuzenim, bende emeği çoktur. ‘Saadettin, biliyorum sen de çok sıkıntıdasın, onca borcun altına girdin. Ama seninle bir şey paylaşmak istiyorum,’ dedi. Meğer emekliliğe hak kazanmış, 5 aylık primini yatırabilirse emekli olabilecekmiş. Eksiği 430 milyon. Kahrettim kendime. Gönül ablam yahu, onun da derdini çözemeyeceksem, benden ne olur ki?”
“O ruh haliyle eve gittim, moralim bozuk. Borç isteyecek kimse kalmadı. Artık boynumuz bükük. Baktım bizimkiler provada, onlara takıldım, söz, sohbet, unutmaya çalışıyorum konuyu. Kayınpederim bir zarf uzattı, ‘Saadettin, bak bu damatlığının cebinden çıktı. Kim bilir kaç sene olmuş, unutmuşsun oğlum,’ dedi. Baktım, 950 mark, bayağı da bir para. ‘Yok,’ dedim, ‘Bu benim değil, başkasınındır bu para.’ Ev halkı ısrar ediyor, ‘Senindir oğlum, kimin olacak?’ Epeyce bir durdum, düşündüm. Neden sonra aklıma geldi, ‘Tamam,’ dedim, ‘Kimin olduğunu biliyorum galiba.’ Fırladım çıktım evden. Doğru Gönül ablamlara. Kapıyı açtı, şaşkın. ‘Abla,’ dedim, ‘Senin para benim damatlığın cebinden çıktı.’ Aldık, saydık, Türk lirasına vurduk ki, 950 mark, 430 milyon yaptı!”
İşte böyle… Dediğim gibi, ötekinin acısına dayanamayanların borcu bitmez.
MAJÖR GAMLAR, MİNÖR GAMLAR
Gördüğünüz gibi, doktor bey, gamı, kasaveti yok bir adam! Parayı bulmuş dağıtmış, şarkıyı duymuş oynatmış. Dört kez bir araya geldik, söyleşiyi bitiremedik. Hep böyle dert konuştuğumuzu da sanmayın. Komik bir cerrah!
Dördüncü buluşmamızda dedim ki, “Saadettin Bey, Parkinson’u bir türlü konuşamadık.” “O,” dedi, “Uzun hikâye.” “Öyle çayla filan anlatamam onu.” Ne yapsak, ne etsek… Kabul etmiyor. “Yemeğe gidelim,” “Cık.” “Boğaza gidelim,” “Cık.” “Fasıl,” dedi bir arkadaşı. “Fasıl de, bak gelir.” Geldi de nitekim.
Oturduk. Mezeler dizildi, derken sıra rakıya geldi. Bu kez ben dedim “Cık.” “Kalk yürü o zaman, çık,” dedi. Çaresiz aldık önümüze bir kadeh. El mecbur, içeceğiz. Müzik başlamadan söyleşiyi bitirelim istiyorum. Dedim ki, “HEP MİNÖR GAMLARI KONUŞTUK, HANİ NEREDE MAJÖR GAMLAR?”
“Dur bakalım ablacığım, daha anlatacağız,” dedi. Re minör, si bemol, fa diyez… Heyecanlandım, “Bakalım,” dedim içimden, ne dinleyeceğiz…
Tanı aldığı ilk günden başladı. Mağlubiyetini, galibiyetini… Mücadelesini, mecburiyetini… Kısa kısa anlattı. Zor, çok zor… Mesleğini bu kadar seven, sürekli üreten, pek çok hobisi olan, sanatın, sporun nice dalıyla ilgilenmiş, şen şakrak, neşeli, umutlu, bu kadar enerji dolu bir insan için hayat aniden “Dur!” diyor. Giderek ameliyatlara giremez oluyor. Uzun süre, genç meslektaşlarına danışmanlıkla devam ediyor hekimliğe. Ama neşterle işi bitiyor. Doktor Saadettin, artık ameliyat masasının başında değil, üstünde yerini alıyor. Hem de kaç kez. Anlattı, ama unuttum. Unutmak istedim; kaç kez.
Bir arkadaşı, tıpta var olmayan o tanıyı koyuyor doktor beye; “Hiperaktif bir Parkinsonlu.” Yerinde duramayan bir adam için sıklıkla “Off”a girmek! DO MAJÖR GAM! Ruhu boyuna yürü derken, bedeni geçit vermiyor. Ne büyük bir gam!
Doktor beyle hikâyelerimizin kesişme noktasında peyda olan son ortak nokta da, HAYATLARIMIZIN ZOKASI galiba. “Dur!” diyor.
Olur! Dursun, durayım, duralım. ÇOK BEKLERSİN HAYAT. O BİR DİRENİŞÇİ! Durmaz, duramaz. Yürümekte güçlük çektiğini anladığı anda koşmaya başlıyor. Neden? YÜRÜRSE DEĞİL, DURURSA DÜŞECEĞİNİ BİLDİĞİNDEN… Konuşması mı bozuldu, tek parmakla yazı yazıyor. Yazamadığı zaman? Oturup okuyor. Hiçbir şey yapamazsa, Saadettin abi içinden şarkı söylüyor. Ve ben duyuyorum…
Makam biliyor, nota biliyor, bestekârı, güfteciyi tanıyor. Sanki dün helalleşip ayrılmışlar gibi… Hayata karşı o denli ilgili ki; sen “Dur” dedin diye durur mu?
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE HASTA OLMAK
Bu ülkede hasta olmak, dünyanın başka coğrafyalarında hasta olmaya benzemez. Bizde adet böyledir; hasta, daha tanıyı aldığı ilk andan itibaren talim, terbiyeye tabi olur. Bu da şimdi nereden çıktı başımıza muamelesi görür. Zira kendi isteğiyle gidip, hastalıklar içinden hastalık beğenip, seçmiştir!
Çevresi tarafından derhal suçlanmaya başlar. Aileniz harikadır, arkadaşlarınız keza öyle… Diye bu muameleden yırtacağınızı zannetmeyin. Zira bunun komşusu var, taksi şoförü var, bakkalı var, manavı var ve tabii en başta da tabibi var.
ÖYLE SARHOŞ OLSAM Kİ…
Hastalığı zor kılanın, hastalığın kendisi olduğunu zannetmeyin. BU ÜLKEDE HASTALIĞI BAŞA ÇIKILMAZ KILAN İNSANLARDIR. Derhal “öteki” olursunuz. Bütün itibarınızı, saygınlığınızı kaybeder; sürekli eleştirilirsiniz. Azarlanır, ayıplanır, gereksinimlerinizden dolayı utandırılırsınız.
Bazen o kadar acımasız söylemlere ve tutumlara maruz kalırsınız ki, karşınızdakinin yerine, yerin dibine geçesiniz gelir. Ama onun farkındalığı o kadar sıfır düzeyindedir ki, asla utanmaz. Neyse, sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Nasılsa herkes yaşayıp görecek. Anlayıp anlatacak. Öyle ya, parayla değil, sırayla…
Saadettin beyle görüşmelerimizden birini, bir esnaf lokantasında yapmıştık. Meşhur bir yer. Yemekleri hep taze ve güzeldir. Abiyi, elinde bastonla gören bir garson bize yardım etti sağ olsun. “Siz şöyle buyurun,” dedi bana. Sonra doktor beye dönüp, “Gel sen de buraya otur,” dedi. BU BİR İSTİSNA DEĞİL; BU BİR KAİDE… Gözlemleyin, ne kadar haklı olduğumu fark edersiniz. Hasta olduğunuz anda “Sen” olursunuz. Derhal bir tenzil-i rütbe gerçekleşir.
Az sonra gelecek garson da son derece ilgiliydi. Doktor beye özel muamelede bulundu; MERCİMEK ÇORBASININ LİMONUNU sıkmayı teklif etti. Gerçekten zarif bir davranıştı. Ama ötekini yapmasaydı. Kulağının dibine eğilip, avaz avaz bağırarak, “Sıkayım mı senin limonunu?” dedi. “Teşekkür ederim,” dedi abi. “BEN SIKABİLİRİM VE SİZİ DUYABİLİYORUM!”
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…
Bu benim anımdı. Bir tane de Saadettin beyin anlattıklarından örnek vereyim. Bir gün vapura binerken, bir beyefendi ısrarla yardım etmeye çalışmış. “Lütfen koluma girmeyin, ben yürürüm, yoksa dengem bozuluyor,” diyerek reddetmiş abi. Ama hayır, yurdum insanı niyeti bozmaya görsün. Zorla girmiş koluna. “Ben kolumu çektikçe o tuttu,” diye anlattı doktor bey. Sonunda düşmüş elbette.
“İnsanlar, yalpalayan, gözünün feri kaçmış, dili peltekleşmiş bir adam gördüklerinde hemen SARHOŞ SANIYORLAR. Ve kötü davranmaya başlıyorlar.” Hastalıkla nasıl başa çıktığını anlatırken, “En büyük sıkıntım bu,” dedi. Öyle ki, taksi şoförleri bazen onu arabaya bile almak istemiyormuş.
Bir keresinde, bir yakınım için acile gittiğimde, genç bir doktor hanım görmüştüm. “Genç,” derken, benden büyüktü, ben yirmili yaşlarımın ortasındaydım herhalde. “Ayy,” dedi dışarı çıkıp, “BAKAMAM BEN BU AYYAŞA, LEŞ GİBİ KOKUYOR.” Meğer hasta, biraları devirmeden önce hastalanmayı akıl edememiş! Yıllar sonra danışanım olmak istemişti bu doktor hanım, tesadüf işte! “Daha önce tanışmıştık sizinle, o yüzden kabul edemeyeceğim, özür dilerim,” demiştim. Yanına bir de, “LEŞ GİBİ ÖNYARGI KOKUYORSUNUZ, bakamam size,” diye eklemek isterdim. Demedim. Niye? Kimse üzülmesin diye…
Ne mutlu bize; alkol bağımlıları için “ayyaş” sözcüğünü kullanan en nadide hekimler bizim ülkemizden çıkar. DİLERİM BİR GÜN, ALKOL BAĞIMLILIĞININ DA BİR HASTALIK ve üstelik de tedaviye çok dirençli bir hastalık OLDUĞU GERÇEĞİ KABUL GÖRÜR.
Hastalar, sadece hastalar doktor hanım, o kadar! Ve kimseye bir özür borçları da yok! Bazen öyle sarhoş olasım geliyor ki, bir an bu ülkede yaşadığımı unutmak istiyorum.
ZOR İTİRAF
Mesleğine ve meslektaşlarına çok saygı duyan bir doktor Saadettin Bey. Hekimliği, hasta koltuğunda otururken nasıl değerlendirdiğini merak ediyorum. Anladığım kadarıyla, onun en hassas olduğu konu; istismar konusu; “Sadece para için, gereksiz yere ameliyat yapan çok doktor tanıdım,” demişti bir keresinde. “Sadece para için gereksiz yere bir cerrahı ameliyata almaya kalkan bir doktor tanıdınız mı peki?” dedim. “Ameliyat gerekliydi ama para almak pek o kadar gerekli değildi,” dedi.
“Evet, ameliyat olmam gerekiyordu,” diye devam etti. “Omurilik kanalı dar bende, her an felç olma riskim vardı. Kendi hastanemdeki doktor arkadaşlar bir an önce olmam gerektiğini söylediler. Cerrahpaşa’ya gittim, beyin cerrahı hocayla görüştüm. Hoca hiç muayene etmedi, filmlere baktı. Görüşmemiz yarım dakika ancak sürdü. Ameliyat olmam gerektiğini söyledi. Anestezi doktorunun telefonunu verdi, ‘Randevu alın,’ dedi. Çıkınca anestezisti aradım, ÖZEL HASTANEYE YÖNLENDİRMEK İSTEDİ. Maddi gücüm yoktu o kadar, 30-40 bin lira civarında tutacaktı ameliyat. Bu yüzden, özel hastanede olamayacağımı söyledim. Anestezist, hocayla tekrar konuşmamı istedi. ‘Cerrahpaşa’da yapılıyor mu bu ameliyat?’ diye sordum. Yapılıyormuş. Çok kızdım, kırıldım. Hocaya da bir daha görünmedim. Memleketime dönüp, gidip kendi hastanemde yaptırdım ameliyatımı.”
Saadettin abi, herkesi kendisi gibi bilenlerden sadece biri… Onunla, bu söyleşide ayrıntılarına girmek istemediğim, “şiddet ve sağlık sektörü” başlıklı pek çok çatışmalı sohbetimiz, tartışmamız oldu. İçimden, “beyin cerrahı hoca, sizin de bir cerrah olduğunuzu biliyordu, değil mi?” diye sormak geçti ki, gereksizdi. Bildiğini biliyordum çünkü. “İyi” dedim yine içimden, “bundan sonra, meslektaşlarınızı savunurken, herkesin sizin gibi bir doktor olmadığını unutmayın, olur mu?”
Ama bir itirafa zorladım; “Parkinsonlu bir Hekim” olmak yerine, sadece “PARKİNSONLU BİR ÖTEKİ” olsaydı da, sonuç değişmezdi, değil mi? Evetti! Bu oluş halini, yine aynı kırgınlıklarla atlatmak zorunda kalırdı yani. Çünkü mesele, “PARKİNSONLU KİM” olmak değil, sadece “PARKİNSONLU” olup olmamaktı!
Çünkü kapıyı tıkladığınızda, kapının ardındaki tıbbi ses, size “GEEEEEL” diye bağırıyorsa, içeriye hangi kimlikle, hangi unvan, rütbe, cübbe ve önlükle girdiğinizden bağımsız, SİZ SADECE BİR NESNESİNİZ! Ve biz psikolojide, buna da “şiddet” diyoruz.
BU BÖYLE YARIM KALMAYACAK
Güldük, ağladık. Didiştik, tartıştık. Ortaya bir söyleşi, bir kitap ve kocaman bir dostluk çıkardık. Abi, kardeş didişmesiydi, ben de itiraf etmeliyim ki, bir hayli yüklü, zor ama çok keyifliydi.
Gelelim fasıla; müziğin sesi artınca, kendimizi şarkıların seyrine bıraktık. Sıra “Güz Gülleri”ne gelince, baktım abi vazodaki güllerden birini aldı. “Çok naziksiniz,” dedim. SANDIM Kİ, GÜLÜ BANA UZATACAK. Gülümsedi, kopardı, kulağına taktı. İçimden, “İşte böyle,” dedim, “bir kere de kendinize bir gül verin.” Ben de gülümsedim, gülün koparılmış dalını tutarak, “Biliyorsunuz, değil mi,” dedim. “Elbet bir gün hesaplaşacağız, bu böyle yarım kalmayacak.”
ZURNADA PEŞREV OLMAZ NE ÇIKARSA BAHTINA!
Kitabını yazdığı süreçte, yaptığım birkaç yorumda, “Tabii, düzeltirim,” diyerek not almıştı. Kitap basıldığında gördüm ki, bölümler ilk günkü gibi taptaze korunmuş haldeydi. Sitem ettiğimde, her zaman yaptığı gibi kıs kıs gülerek, “Zurnada peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtına,” dedi.
Bu sözünden hiç hoşlanmadığımı bildiğinden, söyleşi boyunca da, sorularıma yanıt vermek istemediği, beni refüze ederek kızdırdığı her durumda aynısını tekrarladı.
Lâkin hayat işte, dedim ya “Herkes sırasını bekliyor,” diye… “Keser döndü sap döndü; gün geldi hesap döndü.”
Bir gece, “Söyleşiyi bitirdim,” diye mesaj attım kendisine. “Sahi mi,” diye yazdı hemen. “Bekliyorum, gönderebilirsin.” “Niye?” dedim. “E, okuyacağım.” “Yoook,” dedim. “Okuyamayacaksınız, zinhar düzeltme de yapamayacaksınız. Zurnada peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtınıza.”
Şebnem Kartal
Sosyal Psikolog – Psikoterapist – Yazar
9 Mart 2016
Referanslar:
1) Bir Bahar Akşamı, Söz: Fuat Edip Baksı, Müzik: Selahattin Pınar
2) Hastane Önünde İncir Ağacı, Kaynak: Nida Tüfekçi, Derleyen: Mustan Aktürk
3) Şarkılar Seni Söyler, Söz: Fakih Özlem, Müzik: Muzaffer İlkar
4) Bir Yangının Külünü, Söz: Şemsi Belli, Müzik: Muzaffer İlkar
5) Ahımı Hicranımı, Müzik: Selahattin İnal
6) Nasıl Geçti Habersiz, Söz: Nihat Açar, Müzik: Teoman Alpay
7) Aldırma Gönül Aldırma, Söz: Sabahattin Ali, Müzik: Kerem Güney
Pencereden Kuş Uçtu, Söz – Müzik: Anonim
9) Bir Of Çeksem, Derleyen: Ahmet Sezgin
10 ) Pişman Olur da Bir Gün, Söz: Ayhan İlter, Müzik: İrfan Özbakır
11) Öyle Sarhoş Olsam ki, Söz: Güzin Gürman, Müzik: Bülent Şençalar
12) Elbet Bir Gün Buluşacağız, Söz – Müzik: Mustafa Seyran
13) Güz Gülleri, Söz – Müzik: Selim Öztaş